Gerçeklerden kaçan kendinden kaçar
Dünya, bölge ve ülke ölçeğinde bir gerçeklik var karşımızda. Asıl mesele biraz da bu. Bu somut gerçeklik karşısında ne yapacağız, nasıl bir yaşam, mücadele hattı kuracağız, nasıl bir dönüşüme gideceğiz? Hayata sıkılı bir yumruk gibi girmenin imkanlarını nasıl yaratabiliriz? Gözlerimiz kanarcasına acımasına rağmen gerçeklere bakabilme cesaretini gösterebilecek miyiz? Olan – olması gereken ilişkisini nasıl kuracağız?
Ortasından girelim kitabın. Dilovası’nda ikisi çocuk 6 kadın işçi diri diri yanarak can verdi. Erol Eğrek alacaklarını almak için gittiği işyerinde katledildi. Pendik’te 3 çocuk yanarak yaşamını yitirdi. 14 yaşındaki çocuk işçi Nursefa biçerdöver altında kalarak can verdi. Zonguldak’ta bir kadın yüksek sesle müzik dinlediği için katledildi. Afrika madenlerinde çocuk köleliğinde görülmedik bir artış yaşanıyor. Türkiye’de MESEMler, çocuk köleliğinin bir tık modern hali. Çalışma kampları liselere getiriliyor. Katledilen işçiler, katledilen kadınlar erkek egemen kapitalist düzenin, devletin ayakta kalması için verilen kurbanlar. Ve kriz büyüdükçe daha fazla kurbana ihtiyaç duyuyorlar. Gazze’de sadece mayıs ayından bu yana 1000’i aşkın insan açlıktan öldü. Gazze’de büyük bir soykırım yaşanıyor. Ve Gazze sadece Gazze değil. Gazze dünyanın dönüşümünün en etkili göstergelerinden biri. Gazze’ye düşen bombalar evimize, zihnimize düşüyor, Gazze’yi cehenneme çeviren yangın tüm dünyada yanıyor. Bu yangını hissedenler, bu yangına gözleri kanayana kadar bakabilenler bu cehennemi dünyada bir varoluş savaşı geliştirebilir.
Zamanında Baudrillard’ın Körfez Savaşı için yaptığı şu tespit Gazze Savaşı için 10 kat daha geçerlidir: TV izleyicilerinin Körfez savaşını bir medya olayı olarak rahat ve geniş koltuklarında cips yiyerek izlediğini belirtir. Savaşın yeri ve bölgesinin herhangi bir sınır içermediğini, füze bombardımanı ile imge bombardımanı arasında bir ayrımın yapılamayacağını, böyle bir dünyada eleştiri gücünü tamamen yitirmiş olduğumuzu söyler. Ki zaten savaş-medya-gerçeklik algısı arasındaki ilişki çözümlemelerinden biridir. Bunu bugün için sadece Gazze savaşı olarak anlamayalım. Körfez Savaşı zamanında sadece radyo ve TV vardı. Bugünse sosyal medya üzerinden başta Gazze savaşı olmak üzere birçok savaşa ve farklı türden toplumsal olaylara, iş cinayetlerine, kadın cinayetlerine, istismara, doğa-hayvan katliamına… tanıklık ediyoruz. Sürekli bir enformasyon bombardımanı altında zihinlerimiz.
Böylesi bir süreç insanın “fabrika ayarlarını” olabildiğine bozuyor. Hayat bir şekilde devam ediyor ve devam etmesi gerekiyor ama bir yandan da sürekli Gazze’de yaşanan soykırıma tanıklık ediyoruz. Yemek sofrasına Dilovası’nda yükselen çığlıklar düşüyor. Pendik’te yanarak ölen çocukların isimleri kulağımıza fısıldanıyor. Narin’in, açlıktan adım atamaz hale gelen Gazzeli Meryem’in, sevgilisi tarafından katledilen Ayşe’nin, yakılarak katledilen Afgan işçi Nourtani’nin bakışları düşüyor. İşyerinde ısınmak için yaktığı ateşte yanarak can veren 16 yaşındaki çocuk işçi Mustafa’nın nasırlı ellerine takılıyor gözlerimiz… Ve daha nicesine.
İnsan sürekli bu gerçekliği düşünse, çarpışsa yerinde duramayacağı aşikar. Tüm bunlara izin veren bu kapitalist düzeni, devleti, toplumsallığı, kendini yıkmaya çalışacaktır. Fakat hem böylesi olaylara tanık olup hem de hayatın olağan akışında devam etmesi ve hatta böylesi haberlerin arkada akan umursanmayan bir tını şekline gelmesi insanı düşünsel ve davranışsal bir bozukluğa uğratıyor. Ezilenlerin yaşadığı durumlar kanıksanıyor. Adeta bilinçlerimiz bu yolla çitleniyor. Gerçeklerden kaçan ya da gerçeklerin kanıksandığı bir kişilik, karakter yaratılıyor.
Peki tüm bunlar olurken ne yapıyoruz? Bu haberler normal şartlarda insanı gerilime sokar. İnsan baskıya maruz kaldığında “savaş veya kaç” şeklinde tepki verir. Fakat genellikle insan bir alt gönderi içinde kaybolmayı, başka bir tv kanalında mutlu olmayı, ışıltılı caddelerde, çalışmanın ritminde kaybolmayı yani genellikle kaçmayı tercih eder. Bambaşka bir tartışmaya kendini kaptırır gider. İnşa ettiği sanal dünya ile ilgilenir. Bir süreliğine dertlense de insan, bir alt gönderide acıları unutmaya başlar. Yine Baudrillard bunun için iyinin ve kötünün ortadan kalktığını, onun yerini mutlu ve mutsuz imgeleminin aldığını belirtir. Öyle ya insanlar her ne kadar mutsuz olduğu bir dünyada olsa da sosyal medya piyasasında mutluymuş gibi yapar. Piyasada dolaşıma girdikçe sürekli mutlu pozu verir, mutluluk pozlarını beğenir, mutluluk pozlarına öykünür. Bir bakıma algoritmalar insana sürekli mutlu olması gerektiğini kanıksatır. Çünkü dünya sürekli bir savaş halindedir. Savaş gerçekliğinden kaçmak isteyen birey beynine mutluluk simülasyonunu kurar. Gerçekliğin acısındansa yalan mutluluk, hakikatsizlik yeğdir. Oysa insanı özgürleştirecek olan var olan esaretle yüzleşme ve o gerçekliği değiştirme çabasıdır. İşte döne döne soracağımız sorulardan biri budur. Bu gerçekliklerle nasıl yüzleşeceğiz ve toplumu yüzleştireceğiz? Bizi bu gerçekliklere bakmamızdan alıkoyan süreçler, alışkanlıklar neler? Bu gerçekliklerden kaçınca insandan geriye ne kalır?
Hakikat Yitimi
Gerçeklikten kaçışın bir bedeli var. Toplumsal anlamda bir kişilik yarılması. Herkes birbirinin yarasından kaçıyor. İnsan sürekli toplumsal, doğasal etkileşim halinde kimliğini, kişiliğini kazanır. Toplumdan, tanık olduğu olaylardan kaçan birey bir bakıma kendinden, kaderinden kaçar. Kendinden kaçış bir kişilik yarılması yaratır. Birey o olaylar olmuyormuş gibi yapar. Kendisi o toplumun üyesi değilmiş gibi davranır. O olayın veya yapının sorumluluğunu üstlenmez. Bu toplumun tüm hücrelerine kadar parçalanmasını beraberinde getiriyor.
Post-truth (gerçek ötesi, hakikat ötesi) çağda yaşıyoruz. Bu konu ayrıca bir derinleşmeyi gerektirir. Ancak post-truth’u anlamadan günümüz gerçekliğini anlayabilme ve değiştirebilme yetisinden uzağız.
Doğru veya yanlış, insanların hakikatlerine sımsıkı bağlı olduğu bir dünyada devrimci hakikati toplumsallaştırmak, toplumun gerçekle olan bağını değiştirmek çok zordur. Ancak anlamsızlığın, bağlamsızlığın yoğun yaşandığı bir dünyada, yani günümüzde anlam ve bağlam arayışı olabilir. Bağlamı bir yere ait olma, kendini bir toplulukla, anlam bütünüyle birlikte ifade etme olarak tanımlıyoruz. Fakat gerçek ötesi-hakikat ötesi çağda tüm anlam ve bağlamlar erime eğilimi gösteriyor. İşte örgüt, bu toplumsal ihtiyacı kavrayabilen ve karşılayabilendir. Toplumda hakikatsizliğin bir eğilim olarak güçlendiği, herkesin kendine göreliliğinin ön plana çıktığı bir zamanda umursamazlık, anlamsızlık, hakikatsizlik ilişkisini yıkmak; gerçeğe bakmak ve devrimci hakikati inşa etmek kavramamız gereken temel halkalardandır.
Kısa bir giriş yaparsak; Nietzche 19.yy’da “tanrı öldü” der. Bu bilimin gelişimine paraleldir. Bilimin gelişimiyle birlikte varlık sorunsalına yaratıcıya gerek kalmadan cevap verilebildiğini ve bu anlayışın gittikçe evrenselleşme eğilimini gören Nietzche, tanrının öldüğünden bahseder.
Hangi din olursa olsun insana bir değerler sistemi, ideoloji (bakış açısı) sunar. Toplumsal yaşamı düzenleyen yasalar koyar. Din kendine göre vicdani, ahlaki, toplumu toplum yapan değerleri düzenler. Bunu bir dini güzelleme olarak anlatmıyoruz. Dönemine göre anlamak gerekiyor. Marx’ın deyişiyle din kalpsiz bir dünyanın kalbi, vicdansız bir dünyanın vicdanıdır. İnsanlar zulme uğradıklarında doğrudan ona sığınmaları bundandır. Tanrının ölümüyle birlikte bir bakıma vicdan da kalp de ölmüştür. Çünkü yerini piyasa “tanrı”ları almıştır. Piyasada ise vicdana yer yoktur. Hesap patronlara, bürokratlara, devlete, güç sahibi olanlara verilir. İnsanın kendi kendine olan hesaplaşması artık söz konusu değildir veya istisnai durumdur. Cennetsiz, cehennemsiz, ahiretsiz insan, tüm zincirlerinden boşalmış freni tutmayan yokuş aşağı yuvarlanan bir kamyona benziyor. Benzer bir biçimde modern ideolojiler de dünyaya cevap olamıyor. Doğru tartamıyor, insanın bu dünyada yolunu bulması için değnek olamıyor.
Buna bir de simülasyon evrenini ekleyelim. Baudrillard bu durum için şöyle bir örnek verir: “Tanrı bile simüle edildikten, Tanrı’ya olan inanç, göstergelerine indirgenebildikten sonra gerisini varın siz düşünün! İşte o zaman bütün sistem yer çekiminin etkisinden kurtulmuş bir kütle, devasa bir simülakra dönüşmektedir.”
Bir ayağı Batı’da öbür ayağı Ortadoğu’da olan Türkiye’de ise tanrının ölümü daha geç gerçekleşmiştir veya halen gerçekleşmektedir.
Bugün simülasyon evreniyle birlikte düşündüğümüzde aslında her şey bir kurgudur insan zihninde. Tüm oyunlar bir kurgudur. Sahneler bir kurgu. Ve hatta izleyici ile izlenen arasında, oyun ile oyuncu arasında, salon ile sahne arasında, gerçekle suret, yaşam ile simülasyon arasındaki mesafe yok olmuştur neredeyse. Simülasyon dünyasına doğan nesiller böylesi bir dünyada gerçekle simülasyonu ayırt edemez hale geliyor. Veya insanlar bir şeyi gerçeği üzerinden değil, kapitalist piyasa tarafından simüle edilmiş hali üzerinden tanıyor, ilişki kuruyor. Onun piyasaya göre, kendine göre yansımasını zihninde oluşturuyor. Herkesin kendine göre “hakikati” ya da hakikatsizlik böyle gerçekleşiyor.
Gerçek, olandır. Bizim dışımızda var olan, gerçekleşen şeylerdir. Hakikat ise bizim bu gerçekliği kavrama biçimimizdir; evrende var olan nesnelerin, gözlemlediğimiz şeylerin beynimize yansımasıdır, bizim gerçekliğe verdiğimiz anlamdır; gerçekle, toplumla, şeylerle, doğayla kurduğumuz bağlamdır.
Post-truth çağında insanın doğasal, toplumsal anlam ve bağlamı kaybolmuştur. Toplumu toplum yapan değerlerin kaybı söz konusudur. Anlam ve bağlam kapitalistlerin hükmettiği algoritmalara, piyasaya göre şekilleniyor. Hakikat yitimi insanı piyasa karşısında dımdızlak bırakıyor.
Böylesi bir boşluğu komünist dünya görüşünden başka doldurabilecek bir anlayış yoktur fakat bizim de yeteri kadar bu aciliyeti kavradığımız ve bu meseleye ciddiyetle eğildiğimiz söylenemez. Sosyalizm mücadelesi de hakikat yitiminden payını fazlasıyla aldı. Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin yıkılması veya kapitalist dönüşümü sonrası hakikat yitimi tüm sosyalist güçleri içine çekti. Üretim araçlarının, üretici güçlerin gelişiminden, dünyanın neoliberal dönüşümünden, topluma açılan neoliberal savaş gerçekliğinden kendi özgün savaş biçimini çıkarmayıp; dogma kalıplara, ezberlere, reçetelere güvenen anlayışlar bu ülkelerin çökmesiyle hakikat yitimine uğradı. Ya da zaten eski sosyalist görüş yaşamdan uzaklaşalı, göklere çıkalı çok olmuştu ama sosyalistler bunun farkına kafasını duvara çarpınca anlamaya başladı.
Dünyadaki bu ahvale rağmen 90’lı yıllarda bir çıkış yakalayan TDH’ye ayrı bir parantez açmak gerekir. Fakat bu yazının konusunu aşar. Yine de kısa bir giriş yaparsak 90’lı yıllar TDH açısından bir kırılmanın eşiğidir. Birincisi “legalite’nin istismarı” çizgisidir. Fakat bugünden değerlendirdiğimizde legalite hatta piyasa, bu seçimi yapan anlayışı istismar etmiştir. Sosyalizmle kurulan anlam ve bağlam gösteri dünyası içinde şekillenmiştir. Tabir yerindeyse gerçeklerden kaçan, hakikatsiz bir sosyalizm anlayışı inşa edilmiştir. İkinci çizgi ise piyasanın-devletin legalite çağrısına uymamıştır. Bu bakımdan 90’lı yıllarda atak pozisyonunu korumuştur. Fakat kendini, direnişi değişen dünya koşullarına göre ayarlayamadığı, kimi yanlarıyla muhafazakarlığı aşamadığı, esneyemediği için sınırları aşamamıştır.
Dünyayı değiştirmenin bir uğrağı da onu anlamaktır. Anlamak elbette yetmez, değiştirmek gerekir. Fanon, siyahilerin psikolojik semptomlarını incelerken çokça şu tabiri kullanır: “Onu analiz ederek parçalamayı umuyorum.” Bu bağlamda toplumu anlamsızlığa, hakikat yitimine sürükleyen süreçleri anlayarak anlamsızlığı parçalayabileceğiz.
Satrançta herhangi bir taşın değeri, gücü diğer taşlarla kurduğu bağa göre değişir. Bazen bir piyon, vezirden daha değerlidir. Bu bağlamda anlamı nereden kurduğumuz, gerçek-hakikat ilişkisini kuruş biçimimiz, bugünkü dünya, toplum gerçekliğiyle, düşman gerçekliğiyle, içimizdeki düşmanla-burjuvayla nasıl bir bağ kurduğumuz, oyunu bir anda ters yüz edebilir.
Örgütsel şekilleniş, ideoloji, strateji, eleştiri, politika gökten inmeyecek. Nasıl bir devrimcilik sorusu, bizim kendi kendimize sorup cevaplayacağımız bir soru değil. Tam da bu gerçeklerden hareket edip imkansızı isteyeceğiz. Nasıl bir devrimcilik sorusunu hayata soracağız.
İspanya’nın Guernica şehri 1937’de İspanya İç Savaşı sırasında Nazilere ait 28 savaş uçağı tarafından bombalanır. Bunun üzerine Picasso Guernica tablosunu çizer. 2. Dünya Savaşı sırasında Naziler Paris’i işgal ettiğinde Picasso, Paris’te yaşamaktadır. Ve Nazi polisince sorgulanır. Nazi subayı Guernica tablosunu görünce, “Bunu siz mi yaptınız?” diye sorar ve Picasso “Hayır, siz yaptınız.” diyerek cevaplar. Yukarıda bahsettiğimiz ve daha fazlası bugünün Guernica tablosunu oluşturuyor. Bugünün Guernica’sına sadece egemenleri değil, başta kendimizi ve tüm ezilenleri katmak gerekiyor. Kendimizi bu tablonun dışında tutuyorsak ya yaşamdan düşmüşüzdür ya da analizimiz yanlıştır. Bugünün Guernica’sını kısmen de olsa çizmeye çalışalım. Varsa eksik, okuyucu tamamlasın. Tamamlasın ki gerçekliğe, yani güncel Guernica’ya bakalım ve baktıralım. Çağın hastalığı unutkanlıkla bu şekilde başa çıkabilecek, asabiyet eksikliğini biraz da böyle tamamlayabileceğiz. Çünkü kapitalizm biraz da gerçeklikten kaçışın, unutturmanın ağını ve bağını kuruyor. Mekânı ona göre kurguluyor, yaşamın ritmini ona göre ayarlıyor. Herhangi bir ürünün paketindeki janjanı, yiyecekteki serotonini, dopamini ona göre ayarlıyor. İnterneti, sosyal medyayı ona göre kurguluyor…
Genellikle kapitalizm, emperyalizm, devlet gibi dışsal görünen olgular üzerinden yürüyor ne yapmalı tartışmaları. Aslında tüm bunlar da ezilenlere dairdir. Bu açıdan bizim bir insan, toplum eleştirisine ihtiyacımız var. Bu sistemleri var eden, tüm bu vahşeti izleyen, bu sömürü ve iktidar sistemine izin veren kanlı canlı insanlardır, işçi sınıfıdır… Bir oku, bir mermiyi ileriye fırlatan yayın gerilimidir. İnsana da dönüşüm isteği için bir gerilim gerekir; kendiyle ve kendini oluşturan toplumsal koşullarla kavgalı olmalı ki gerilim süreklilik kazansın. Bir eksiklik hissetmeliyiz ki o eksikliği tamamlamak için mücadele edelim. Gerilimi tüm dokunduğu insanlara taşıyabilsin. Bu gerilim ve eksiklik üzerine kurmalıyız stratejiyi. Biz izin verdiğimiz için oluyor tüm bu olanlar. Bunu hissetmeli ve hissettirmeliyiz.
Devrimci örgüt bu gerilimi oluşturacağı gibi, gerilimin akacağı kanalları açmalı, yürünecek patikaları oluşturmalı, buna ön ayak olmalıdır.
Uzun bir maraton ilk adımla başlar. Geriden geliyoruz. Ve eğer ihtiyacı kavrarsak, kazanacağımız tüm insanlara bu ihtiyacı kavratırsak, alacağımız ivmeyle geriden gelip ileriye fırlayabiliriz. Basit bir formülü yok bunun. Ama ezberden yöntem, strateji ve taktiklerle karşılanabilecek bir durum da yok ortada. Ezberler öldürücü bir doygunluk yaratıyor. Kendi savaşımımızı verebilmek için kendimizi anlamalıyız. Türkiye coğrafyasında yaşanan toplumsal gerçekliği kavramalı ve tüm bunları birbiriyle bağlantılı halkalar şeklinde nasıl değiştireceğimiz üzerine deneyimlemeli ve tartışmalıyız. Bu bakımdan pasif bir yapılanma değil, aktif bir geçiş olarak değerlendirmeliyiz önümüzdeki süreci.
Kullandığımız dili ele alalım. Örneğin kitle, yığın gibi söylemler edilgenleştirici ve hatta bir kütle gibi tartılan bir şeymiş gibi bir algı yaratıyor. Bu dili acilen terk edip özneyi arayan, inşa eden bir devrimci dili-üslubu inşa etmek gerekiyor. Artık 19., 20. yy kavramları 21. yy dünyasını açıklamaya yetmiyor. En basitinden simülasyon dünyasında yaşayan bireyi yabancılaşma, küçük burjuva kavramlarıyla eleştirseniz bile taşı gediğine oturtamazsınız. Eleştirinin amacı insanı kendinle gerilime sokup geliştirmekse gerçekler üzerinden derinlikli bir eleştiri için bugünün dünyasının kavramlarını kullanmak gerekir. Dil sadece bir iletişim aracı değil, düşüncenin maddi zeminidir. Dolayısıyla kullandığımız kavram setleri pratiğimizi ve gelişimimizi doğrudan etkiliyor.
Ya da bugünü açıklayan kavramlar üzerinden düşünüp anlamadığımızda, o kavramları yaşamın içinden damıtıp çıkaramadığımızda, çocuğuna yaşamda karşılığı olmaya nasihatlar veren ebeveynlere benziyor halimiz.
Kaos ve Örgütlülük
Bir kaos döneminin içindeyiz. “…burjuvazi üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte bütün toplumsal ilişkileri durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz.” diyordu Marx. İşte tam da böylesi bir dönemden geçiyoruz. Dünya kapitalist üretim ve egemenlik ilişkileri üzerinde duruyor ve dönüyor. Fakat uzun zamandan beri üretim ilişkileri, emperyalist-kapitalist sistemin krizini aşmasına yetmiyor. Bu yüzden egemenlerin üretim ilişkilerini “devrimcileştirmesi”; üretici güçleri yıkıp yeniden kurması gerekiyor. Yapay zekâ’nın üretim ilişkilerine, savaşlara, yaşama girmesi ve dönüştürmesiyle bu süreç katmerleniyor. İşte böylesi bir krizin kapitalist yoldan aşılma çabasının dünyada nelere yol açtığını görüyoruz.
Elbette üretim ilişkilerinin yıkılıp yeniden kurulumu sadece makro ölçekte gelişmiyor. Toplumsal yaşamda ezilenlerin aleyhine olacak şekilde yeniden kurulmaya çalışılıyor. Burjuvazi, feodalizmin çöküş dönemindeki boşta gezenleri, serserileri, yoksulları nasıl zorla işçileştirdiyse bugünkü belirsizlik aralığında da benzer bir biçimde yıkıcı bir köleleştirme, yoksullaştırma sürecine teşebbüs ediyor.
En temel insani haklar gasp ediliyor, yoksulluk artıyor, çalışma koşulları esnekleşiyor, güvencesizleşme artıyor. Kadın katliamları yasalarca teşvik ediliyor. Emekliliğin ortadan kalktığı bir düzen kurulmak isteniyor. Türkiye faşist AKP-MHP rejiminin ve sermaye düzeninin ayakta kalması çocuk işçiliğini, kadın katliamlarını, doğanın gasbını, zorla el koymayı, yıkıcı kölelik şartlarının dayatmasını gerektiriyor. Fakat tarihinde gösterdiği gibi böylesi dönemler isyanları da tetikliyor. Egemenler dünyayı kendi lehlerine yıkıp yeniden kurmaya çalışırken, dünyanın dört bir yanında ezilenler cephesinden öfke birikiyor, isyanlar gelişiyor.
Böylesi dönemlerde gerçek anlamıyla örgütlü olanlar kaosa-karmaşaya cevap üretebilir. Örgütsüz olansa dağılır, savrulur. Örgütlülüğü sadece bir örgütle hareket etmek anlamında kullanmıyoruz elbette. Devrimci örgüt bugün her türden saldırıya yanıt olabilen, buna göre savunma-atak geliştirebilendir. Var olan kapitalist gerçekliği, bireyci gerçekliği, bunun toplumsal şekillenişini, hakikatsizliği… ortadan kaldırmanın diyalektiğini işlemektir. Bugünün hakikatini kurma işidir. Burjuva görme biçimini yıkma işidir. Siyasal aklın kolektif inşasıdır. Toplumsal hafızanın kısa devre yapmasıdır, sarsıntıya uğramasıdır, gerçekle kurulan anlam ve bağlamın değişime uğrama ihtimalini yoklamaktır. Değişen koşullara göre yeni araçlar üretme işidir. İnsanı yıkma ve yeniden kurma işidir.
Ezilenlerin özneleşebilmesi için toplumsal yarılmayı birleştirecek bir sarsıntı gerekir. Gerçekliğe baktıracak bir sarsıntı. Gerçekliğe baktıracak bir cesaret, onu yenme cesareti. Gerçek ve devrimci hakikat ilişkisini kuracak bir strateji. Var olanı ortadan kaldırmanın anlamı ve bağlamı. Türkiye’de faşist AKP-MHP rejiminden, kapitalist sömürü düzeninden, ona mahal veren 3. sayfa olaylarından, toplumsal gerçeklikten kaçarak değil, kendimizle-toplumla yüzleşerek kaderi yenebiliriz. Kendimize ve gerçekliklere biraz da kara aynadan bakmak gerekiyor.
Ayrılık-Birlik Diyalektiği
Evet birleşmek lazım. Muhalif güçleri olabildiğine antifaşist, antikapitalist, sosyalist cephede birleştirmek gerekiyor. Sosyalistlerin birliği gerekiyor. Ama bir yol açılmadan yapılan birlik içine çökmekten kaçınamaz. Öte yandan yol açılmadan yapılan ittifaklar kimsenin kendi rengini veremediği, farklı renklerin homojenleştiği, içeriğin fakirleştiği, öznenin kendi özgünlüklerini koruyamadığı bir düzleme dönüşüyor. Bu anlamda “anti-faşist minimuma” çağrı yapan birlikler homojenleştirme eğilimleri taşıyor.
Fakat faşizmi yıkma, devrim stratejisine, iddiasına sahip tüm örgütler, bir yol açma girişiminde bulunursa yeni yolların kesişiminde çeşitli düzeylerde birlikler zaten olacaktır. Diğer bir deyişle eski yollar kapalı. Yeni yollar açıp o yolların kesişiminde birlikler gerçek manasıyla buluşabilir. Bu anlamıyla bugün, yolların tıkalı olduğu bir düzlemde birlik bir niyetten çok yöntem sorunudur.
Örneğin 60’lı yılların TİP’i bir “birlik”ti. Fakat özgürleştiremiyordu. Düzeniçiliği aşan bir yol açamadı. O yolu Mahirler, Denizler, İbrahimler ayrılarak, yeni bir yol bularak açtı. Deniz bir yol açmış ve o yolda güçlü bir akış olmuş. Mahir sarsma perspektifiyle hareket etmiş ve sarsmış. İbrahim Kaypakkaya dağlarda patikalar açmış.
İşte şimdi böylesi bir yol açma ihtiyacı var. Elbette 71 ile aynı olmayacak bu yol açma girişimi. Bugünün gerçeklerine dayanan bir yol açma girişimi olacak bu. Örneğin Tufan yoldaş bu duruma şöyle bir örnek veriyor: “…Maç artık başka bir sahada oynanıyor, kuralları da değişmiş. Karşımızda artık teknopolisler ve onların etrafını kuşatmış, yeni nesil mafya teşkilatlarının cirit attığı emekçi mahalleler var.”[1]
Devrimci örgütün varlığı; bugünün gerçekliğinde faşizme karşı siyasal-toplumsal mevziler ve kazanımlarla anlama kavuşur. Öncü örgütlülüğü oluşturma, faşizme karşı mücadele bir niyet ve samimiyet işi değildir. Bizim gerçekçi, devrimci bir analize ve buna uygun bir eylemliliğe, yaşama, örgütlülüğe ihtiyacımız var. Bu bakımdan birlikten öte ayrışmaya ama sahici ayrışmalara ihtiyaç var. Bu örgütleri bölelim, yeni örgütler oluşturalım, 101. örgütü kuralım anlamına gelmiyor. Her örgütün az çok farklı söylemleri var ama pratikte ayrışan yok. Gerçekçi bir birlik için yürünecek yollar açmak gerekiyor. Samimiyet, niyet ancak buradan sonra devreye girebilir. Yol açılınca niyeti olan o yoldan yürüyecektir. Ne türden olursa olsun, birlik-ittifak bu açılan yeni yolların kesişiminde, bir üst aşamada mümkündür.
19 Mart kısıtlı da olsa buna bir örnektir. Yolu 19 Mart’ta İstanbul Üniversitesi’nde toplanan “bir avuç” devrimci genç açmış, o yoldan milyonlar akmıştır.
İran’da kadınların Jin-Jiyan-Azadi sesi dünyanın dört bir yanında yankılandı. 21. yy’ın kadın devrimi çağı olduğunu bir kez daha kanıtladı. Bu bize gösterdi ki kadın özgürlüğünü fikirde ve zikirde merkeze almayan bir hareket gerçek bir devrimcilik inşa edemez. Eğer bir yol açılacaksa bu yol mutlaka kadın özgürlük rengini taşımalıdır.
İlk köle kadındı tarihte. Ve kapitalizmde metaydı! Kadına toplumsal ve kapitalist piyasa bağlamında dayatılan köleliği ve meta ilişkilerini parçalayarak bu yol açılabilecekti.
ABD’de yaşananlar ise ayrı bir dikkat çekici. Bir yanıyla kendini demokratik sosyalist olarak tanımlayan Mamdani, 100.000’e yakın demokratik sosyalist gönüllüler örgütüyle birlikte yaptığı seçim çalışması sonucu belediye başkanı oldu. Mamdani üzerine çok yazıldı çizildi. Kimi eleştirdi, kimi beğendi. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz fakat önemli olan Mamdani’nin kim olduğundan öte milyonların umudu sosyalizmde görmesi.
Diğer yandan özellikle ABD’de “bireysel Narodnikler”, “öncü savaşçıları” ön plana çıktı son birkaç yılda. İlki Gazze katliamına ortak olmayı reddeden ve kendini yakan askerdi. Tüm dünyayı bir süreliğine de olsa sarstı. Elbette intiharı bir eylem yöntemi olarak önermiyoruz fakat gerçekle girilen gerilimin etkisini göstermek için bu eylemi değerlendirebiliriz. Bir diğeri Luigi Mangione’di. Kapitalist sömürü çarkının işleyişinden, sağlık sisteminin annesini ölüme sürüklemesinden ve kendi sağlığını yitirmesinden sarsıldı ve bir kurşunla dünyamızı sarstı. Bu kurşun, manifestosunda belirttiği gibi hem kendi işçi-köle benliğineydi hem de sisteme. Bir bakıma Fanoncu bir eleştiriydi onunkisi. Sartre’ın deyişiyle “Sömürgeleştirilen, ancak sömürgeciyi silahla sürüp atarak sömürge nevrozundan kurtulabilir”di. Ve devam eder Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı önsözde Sartre: “Bir Avrupalıyı öldürmek, bir taşla iki kuş vurmak, tek bir atışta hem ezeni hem de ezileni yok etmektir: Geriye bir ölü ve bir özgür insan kalır.”[2] Ve bu sözler Mangione’yi de fazlasıyla keser.
Bireysel Norodniklerden bir diğeri “Özgür Filistin” şiarıyla İsrail elçilik çalışanlarını vuran Elias Rodriguez’di. Elias’ın eylemi Mangione’den sadece birkaç ay sonra gerçekleşti. Bu bir tesadüf olmasa gerekti ve devamı mutlaka gelecekti. Üçünün de ortak özelliği gerçeklerle sürekli yüzleşmesiydi. Kapitalist dünyada gerçeklerden kaçmak “kolay” olandı. Çünkü kapitalizm bunun üzerine kuruluydu. Ama onlar, gerçeklerle yüzleşmeyi seçti ve gerçeklerin yarattığı gerilim, onları bu sisteme karşı savaş açmaya zorladı.
Egemenlerin açtığı savaşın boyutu artık ezilenleri daha şiddetli savaşmaya, kendini savunmaya zorluyor. Var olabilmenin ön koşulu böylesi bir savaşımı gerektiriyor.
Dünyanın çılgın bir seyir aldığı zamanlarda gerçekler teröristtir, devrimcidir, yıkıcıdır, yaratıcıdır. Öyleyse örgütlülüğü, stratejimizi bu gerçekliğe bakma-baktırma ve onu yenme cesaretini, yeteneğini kazanma üzerine kurmalıyız.
Her şeyin yalan üzerine kurulduğu yerde, gerçekler devrimi çağırır.
[1] https://komundergi16.com/tekonopolis-ve-kusaklar-tufan-yakin/
[2] Elbette burada başta Türkiye’de katliama, tecavüze karşı öz savunma geliştiren, bir baltayla hem erkek egemen düzene hem de içindeki ezilene vuran kadınları anmadan geçmek olmaz
