İtalyan Filozof Maurizio Lazzarato’nun, ufuk açıcı bir tartışma başlatabileceğini düşündüğümüz “ABD ve Faşist Kapitalizm” başlıklı yazısını, İngilizce çevirisinden Türkçe’ye çevirdik. Yazıyı, İllwill sitesinin yazdığı giriş paragrafı ile birlikte, sizlerle paylaşıyoruz.
– Komün Çeviri Kolektifi
“Neden Savaş?”, “Yeni Bir Dünya Düzeninin Politik Koşulları” ve “Batı Eleştirel Düşüncesinin Çıkmazları” başlıklı yazılarında başlattığı tartışmaları sürdüren filozof Maurizio Lazzarato, tarihin bir sonraki aşamasının şeklinin, müteahhitler arasındaki bir takas gibi ekonomik olarak değil, yalnızca dost-düşman ilişkisinin stratejik düzlemine girebilen güçler tarafından belirleneceğini savunuyor. Bu makale, bu önermenin önemini açıklığa kavuşturmak için, demokrasi ve faşizm arasındaki yüzeysel karşıtlığı aşan, neoliberalizmin küresel olarak, özellikle Latin Amerika’da “dayatıldığı” kanlı sürece geri dönüyor.
İlkel birikim, sermayenin doğa hali, kapitalist krizin prototipidir.
— Hans Jürgen Krahl
Kapitalizm, yalnızca bir birikim döngüsüne indirgenemez; çünkü her zaman çatışma, savaş, iç savaş ve gerektiğinde devrim tarafından tanımlanan bir stratejik döngü tarafından öncelenir, eşlik edilir ve takip edilir. Bu stratejik döngü, Marx’ın tarif ettiği “ilkel birikim”i içerir ama yalnızca ilk aşama olarak; bunun ardından “üretim” içinde cisimleşen şiddet pratiği ve ekonomik döngü tükendiğinde bunun savaş ve iç savaşa taşması gelir.
Stratejik döngünün tam bir tanımı için ise 20. yüzyılı ve onun Sovyet ve Çin devrimleri döngüsüne dönüşümünü beklememiz gerekti — ki bu dönüşüm, farklı açılardan bakıldığında, Marx’ı hem düzeltir hem tamamlar.
İki döngü birbiriyle bağlantılıdır. Dinamikleri iç içe geçmiştir, ancak birbirlerinden ayrılabilirler de: 2008’den bu yana, çatışma, savaş ve iç savaş (ayrıca olasılığı düşük olsa da devrim) döngüsü gerçek anlamda birikim döngüsünden giderek ayrılmaktadır. Sermaye birikiminin tıkanma ve çıkmazları, stratejik döngünün müdahalesini gerekli kılar; bu döngü ise ekonomik olmayan zor ilişkileri ve dost-düşman ayrımı temelinde işler.
Emperyalizmin ortaya çıkmasından bu yana, stratejik döngünün önemi giderek artmıştır. Savaş döngüleri, muazzam şiddet biçimleri ve zor kullanımının keyfileştiği anlar hızla birbirini izlemektedir. ABD, dünya pazarına ve Dünya Düzeni’ne üç kez ekonomik ve hukuki kurallar dayatmıştır (1945, 1971 ve 1991) ve bu kuralların artık kendisine uygun olmaması nedeniyle dayattığı normları üç kez silmiş veya değiştirip yenilerini getirmiştir. 1945’in Fordizmi 1970’lerde sökülmüş; onun yerine seçilen ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra 1991’de tüm dünyaya yayılan sözde “neoliberalizm” ise 2008’de çökmüştü. Günümüzün ilkel birikimi, “Amerika’yı Yeniden Harika Yapmak” [Make America Great Again] gibi imkânsız denebilecek bir girişim uğruna, oyunun kurallarını bir kez daha değiştiriyor.
Çağdaş kapitalizmde stratejik döngünün analizi, her şeyden önce Birleşik Devletler üzerinde yoğunlaşmak zorundadır; çünkü askeri, finansal ve parasal iktidar aygıtları tam da orada merkezileşmiştir. ABD’nin elinde tuttuğu bu tekeller — “müttefik” Avrupa’ya ya da Doğu Asya’ya (yani savaşla boyun eğdirilmiş Almanya, Japonya, İtalya; ya da ekonomik ve finansal güçle bağımlı kılınmış Fransa, Birleşik Krallık) ve en önemlisi “küresel Güney”e — yasaklanmıştır.
2008 krizinden bu yana, stratejik döngü ön plana çıkmış, hatta “piyasa”, ekonomik düzenlemeler, uluslararası hukuk, devletler arası diplomatik ilişkiler vb. gibi unsurların yerini almıştır. Tüm bunlar, birikim döngüsünün çöküşünü önlemek ve ciddi sıkıntılar yaşayan ABD ekonomisini canlandırmak amacıyla yapılmıştır.
Bu ilkel birikim ve stratejik döngünün gözlerimizin önünde gerçekleşmesini izleme “şansına” sahibiz. Trump, bir “olağanüstü hâl” sürecini tetikledi. Ancak bu olağanüstü hâl, Carl Schmitt’in klasik tanımındaki ya da Giorgio Agamben’in yeniden yorumladığındaki gibi değildir. Ulus-devletin kamusal hukukundan ya da biçimsel anayasal yapısından ziyade, her şeyden önce küresel pazarın maddi yasasının kurallarını ve dünya düzeninin uluslararası hukuki normlarını hedef alır. Küresel olağanüstü hâl ile birlikte, yeryüzünün nomosunun — dostluk ve düşmanlık çizgilerinin şekillendiği — alanı artık küresel iç savaştır. Hukuka odaklanmak yerine, küresel olağanüstü hâl ekonomi, siyaset, ordu ve hukuki aygıtların derin bir bütünleşmesini içerir.
Küresel iç savaş; ırkçılık ve cinsiyetçiliği, toprakların militarizasyonunu, göçmenlerin sınır dışı edilmesini, üniversitelere, müzelere vb. yönelik saldırıları yoğunlaştırarak yerel iç savaşa yansımaktadır. Amerika Birleşik Devletleri nüfusu ise derin bir bölünme içindedir — bu bölünme %99 ile %1 arasında değil, devasa iç pazardaki (GSYİH’nın 3/4’ü) tüketimin büyük kısmını sağlayan %20 ile tüketimi durgunlaşan veya azalan %80 arasında cereyan ediyor. Maliye politikaları, nüfusun en zengin kesiminin mülkiyetini ve aşırı tüketimini garanti altına almak için uygulanmaktadır.
Trump’ın “başarısı”, sözde neoliberalizmin siyasetsizleştirmeye çalışıp da asla tam olarak başaramadığı şeyi yeniden politize etmiş olmasıdır. Bütün kurallar askıya alındığında, ekonomik-dışı zorun kullanımı; ekonomik üretimin, hukukun kuruluşunun ve herhangi bir kurumun tesisinin önkoşulu haline gelir. Önce iktidar ilişkilerini zor yoluyla dayatmak gerekir. Ardından, komuta edenlerle itaat edenler arasındaki ayrım kurulduğunda (ve boyun eğenler bunu kabullendiği için durum istikrara kavuştuğunda), ekonomik ve hukuksal normlar — ekonominin otomatiklikleri, ulusal ve uluslararası kurumlar — yeni bir “düzen”in ifadesi olarak yeniden inşa edilebilir.
“Küresel olağanüstü hal” üzerinden işleyen stratejik döngü, Amerikan yönetiminin keyfi ve tek taraflı siyasi kararlarıyla sağlanmıştır. Bu kararların amacı, diğer insanların servetine bir dizi “el koyma” (kamulaştırma, mülksüzleştirme, yağma[1]) uygulamaktır. Yani; arabuluculuk, endüstriyel sömürü, borç ve finansallaşma yoluyla yapılan yağma olmadan, doğrudan zorla alınarak.
Peki, emperyal devletin zorlayıcı gücüne dayanarak alınan bu uzun (ve burada yalnızca kısmen sayılan) siyasal kararlar listesinin anlamı nedir? “Ekonomik” ilişkilerdeki değişim, üretimin kendi içsel yasalarından doğmaz. Finans, sanayi ya da ticaret için iktisat teorisinin tesis ettiğini iddia ettiği “yasalardan” kaynaklanmaz.
1970’ler ve 80’ler boyunca Birleşik Devletler tarafından siyasal olarak dayatılan ekonomik “otomatizmler”, yalnızca siyasal olarak tesis edildikleri amaçları yeniden üretebilirler (finansallaşma, borç ekonomisi, sanayinin yerinden edilmesi vb.) ve dolayısıyla krizi yeniden üretirler. Bu aygıtların, ne iktidarı farklı biçimde yeniden dağıtma, ne de devletler ve sınıflar arasında yeni ilişkiler kurma kapasitesi vardır; oysa böylesi yeni ilişkiler, “yeni” bir üretim biçiminin koşulları olabilirdi. İncelediğimiz iktidar konfigürasyonu, bir kopuş gerektiriyor. Bu kopuş, krizi doğuran durumdan türetilemez. Durumun dışına doğru bir sıçrama gerektiriyor.
Bu sıçrama, kopuşu özneleştiren, devleti ele geçirip stratejik olarak kullanan “yeni” bir egemen sınıf tarafından düşünülmeli ve örgütlenmelidir.
Yönetim, dost-düşman ilişkisine dayalı olarak karar veren stratejist, savaş ağası rolünü ve işlevini üstleniyor ve artık sözleşmeler arasındaki “eşitlik” ilkesine göre değil, kimin ne kadar ödeme yapacağına ve ABD’nin krizine ne kadar ödeme yapılacağına karar veriyor.
Bir süredir bu ilkel birikim evrelerini yönetmeyi başarmış olan Birleşik Devletler’in “siyasetini” anlamak için, onu ne “ekonomi”nin karşısına koymalı ne de tümüyle siyasal sınıfa indirgemeliyiz. ABD’nin siyaseti; idari, finansal, askerî, parasal, endüstriyel ve medyatik olmak üzere çeşitli iktidar merkezlerinin stratejik bir koordinasyonundan oluşur. Bu merkezlerin heterojen çıkarları, “ortak bir düşmana” karşı mücadele etme zorunluluğunda belirli bir aracılık bulur — geri kalan dünya, fakat her şeyden önce BRICS, özellikle de Rusya ve Çin. Trump yönetimi, kolektif kapitalist işlevini üstlenir: kendi çıkarlarına göre hareket etmeye devam edecek olan diğer finansal, askerî ve parasal güçlerle bir strateji müzakere edebilecek bir önderlik rolünü. Ancak bu çıkarların nihayetinde aynı yönde birleşmesi gerekir — çünkü söz konusu olan yalnızca Amerikan ekonomisinin sağlığı değil; finans kapitalizmi ve borç ekonomisinin son nefeslerini veren ekonomik-siyasal makinesinin çökme ihtimalidir.
Ekonomik şantaj ve gözdağı, askerî müdahale tehdidi, savaşlar ve soykırım — hepsi eşzamanlı olarak seferber ediliyor. Birleşik Devletler; Kolombiya, Meksika, Haiti ve El Salvador’da uyuşturucu kaçakçılığı bahanesini öne sürerek “arka bahçesi” olarak gördüğü Latin Amerika’ya müdahale etmekle tehdit ediyor ve aynı anda Venezuela’ya namlu doğrultuyor. Bölge savunma bakanları Buenos Aires’e çağrılıyor (19–21 Ağustos) ve Çin’e karşı eksiksiz bir hizalanma talep ediliyor; ayrıca Amerikan askerî varlığının “boğazlarda” (Macellan, Panama vb.) güçlendirilmesi dayatılıyor — “Çin Komünist Partisi’nin bu koridorları gücünü genişletmek, ticareti kesintiye uğratmak ve uluslarımızın egemenliğini ile Antarktika’nın tarafsızlığını hiçe saymak için kullanabileceği” gerekçesiyle.
Bugünün koşullarında “kapitalizm”den, bir “üretim tarzı”ndan söz etmek bile güç; çünkü karşımızda, tıpkı bir “efendi” gibi, “serflerinin” üretiminden ne kadar servet çekmeye hakkı olduğuna keyfi biçimde karar veren bir özne var. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent, en ufak bir utanç belirtisi sergilemeden, ABD’nin “müttefiklerinin” servetini, sanki kendi servetiymiş gibi göreceğini açıkladı: Japonya, Güney Kore, Birleşik Arap Emirlikleri ve özellikle Avrupa, “Başkanın istekleri doğrultusunda” yatırım yapmayı kabul etmiş durumda. Bu, “Başkanın takdirine göre yönetilen bir egemen servet fonu”, yani yeni bir sanayileşmeyi finanse etmek üzere oluşturulan bir mekanizmadır. Fox News sunucusu, şaşkınlık içinde, bunu “denizaşırı el koyma fonu” diye nitelendiriyor. Bessent’in yanıtı ise şöyle: “Hayır, bu Amerikan egemen servet fonu — ama başkalarının parasıyla.”
Piyasanın kişisel olmayan ilişkileri yeniden kişisel hale geliyor; yeniden “efendi ile köle,” sömürgeci ile sömürülen karşıtlığı kuruluyor. Artık hükmeden şey meta fetişizmi değil — paranın, piyasanın, borcun otomatik işleyişleri değil — zor, yani siyasal bir iradenin ifadesi. Birleşik Devletler artık “rakip” tanımlamıyor; düşman tanımlıyor — ve bu düşman, artık dünyanın geri kalanını, hatta müttefikleri bile kapsıyor. (Daha doğrusu özellikle müttefikleri; çünkü aynı egemen sınıf kümesinin parçası olarak sistem merkezinin çöküşü onları da yok edeceği için kapitalizmi kurtarmak uğruna kendi toplumlarını soymaya hazır durumdalar. Özellikle Avrupa, tıpkı 1980’lerde Japonya’nın bulunduğu konuma sürükleniyor: ABD’nin krizinin bedelini ödemeye zorlanacak; ekonomisini ve işçi sınıflarını feda ederek, kendisini iç savaş riskine açık hale getirecek.)
Değer yasası ya da marjinal fayda yasası — yani klasik veya neoklasik iktisadın bütün kategorileri — bugün olup bitenleri açıklamakta tamamen işe yaramaz. Şu anda yaşananları açıklamak için karmaşık ekonometri modellerine ihtiyaç yok; dünyaya dayatılan gümrük tarifelerini hesaplamak için ilkokulda öğrenilen basit bir dört işlem yeterli. Sözde “çağdaş toplumların karmaşıklığı”, dost-düşman siyasal ikiliği karşısında son derece kolay çözülüyor. “Yaratıcı yıkım”ın ayrıcalığı girişimcide değil; siyasal, ekonomik ve askerî karar vericilerdedir.
Karl Marx’ın Kapital’i bile (en azından metayla değil de “ilkel birikim”le başlangıç yaptığı düşünüldüğünde) mevcut durumu açıklamakta pek faydalı olmuyor. Nietzsche’yi “güç istenci” üzerinden okuyan, fakat bunu Foucault’dan oldukça farklı bir biçimde yapan Pierre Clastres, bu konuda bize bazı düşünme imkânları sunabilir: ekonomik ilişkiler asla savaştan ayrıştırılamayacak iktidar ilişkileridir. Onun, iktidarın kendisini ilk dönem “devlet karşıtı toplumlar”ın pahasına nasıl kurduğuna dair betimlemesi, bugün devlet/sermaye aygıtı olarak işleyen ABD yönetiminin güncel işleyişine dair okuduğum en yerinde yorum olmaya devam ediyor.
Ekonomik düzen, yani toplumun zengin ve yoksul, sömürenler ve sömürülenler olarak bölünmesi, toplumun daha temel bir bölünmesinin sonucudur: yönetenler ve itaat edenler, iktidarı elinde tutanlar ve ona tabi olanlar arasındaki bölünme. Bu nedenle, iktidar, yönetme ve itaat ilişkilerinin toplumda ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını anlamak çok önemlidir. İktidarı elinde tutanlar nasıl sömürücü olurlar ve iktidara tabi olanlar ya da iktidarı tanıyanlar – aradaki fark çok da önemli değildir – nasıl sömürülürler? Başlangıç noktası, çok basit bir şekilde, haraçtır. Bu çok temeldir. İktidarın ancak kendi icraında var olduğunu asla unutmamalıyız: icra edilmeyen iktidar, iktidar değildir. İktidarın işareti, onun gerçekten var olduğunun işareti, onu tanıyanlar için haraç ödeme yükümlülüğüdür. İktidar ilişkisinin özü, bir borç ilişkisidir. Toplum, yönetenler ve itaat edenler arasında bölündüğünde, yönetenlerin ilk eylemi, diğerlerine şunu söylemektir: “Biz yönetiyoruz ve bunu size haraç ödemenizi talep ederek kanıtlayabiliriz.”[2]
Yönetmek ile boyun eğmek arasındaki ilişkiyi, sürekli yeniden üretilen ilkel birikimin şiddeti tarafından belirlenmiş bir ilişki olarak; sömüren ile sömürülen arasındaki ilişkiyi ise “düzen” bir kez kurulduktan ve durum “normalleştirildikten” sonra “üretim” içinde iktidarın icrası olarak yorumlamak mümkündür: her iki ilişki (yönetme/boyun eğme ve sömüren/sömürülen) aynı devlet-sermaye makinesinin birbirini tamamlayan eylemleridir. “Ekonomi”nin en nihayetinde “siyaseti” belirlediğine dair Clastres’ın eleştirisi ise; güç istenci ile birikim istencini aynı madalyonun iki yüzü olarak düşündüğümüz sürece bizim için hâlâ yerinde görünmektedir.
ABD yönetimine ödenecek haraç, yeni bir iktidar dağılımının işareti olmalıdır — yani bir yandan müttefiklerin ABD’ye sömürgeci bir tabiiyet ilişkisi içinde konumlandığı, diğer yandansa BRICS’in ABD’ye karşı yürüttüğü daha çetin bir güç mücadelesini içeren yeni bir “yeryüzü nomosu”nun kurulması anlamına gelir. Her devletin kendi iç yapısı açısından bakıldığında, haraç, egemen sınıfların boyun eğişinin işareti olarak görülmelidir; çünkü gerçek ödeyenlerin onlar olduğu varsayılır. Trump’ın küstahlığı onun zayıflığını gizler: NATO’nun Ukrayna’da yenilgiye doğru sürüklendiği, devasa bir ekonomik krizin yaşandığı ve Küresel Güney’in Avrupa’nın yaptığı kadar kolay boyun eğmediği bir dönemde, yeni bir dünya düzeni dayatmaya çalışmak, aslında zaafın göstergesidir.
Yeni düzen ancak, ortaya çıktığı andan beri ekonomi ile politikanın, savaş ile üretimin birbirini tamamlamasıyla karakterize olan emperyalizm tarafından kurulabilir. Samir Amin’in 1970’lerde tanımladığı “kolektif emperyalizm” —ki burada merkezi rol ABD’ye ayrılmıştı— artık müttefiklerin gerçek bir sömürgeci tabiiyete zorlandığı bir düzene dönüşmüştür: Avrupa, Güney Kore, Japonya, Kanada vb. Avrupa bugün, 19. yüzyılda İngiltere’nin Hindistan’a dayattığı sömürgesel tabiiyetin aynısını yaşamaktadır; çünkü tıpkı Hindistan’ın o dönemde yaptığı gibi, Avrupa da işgalci konumundaki ülkeye haraç ödemek zorundadır: kendi ordularını kurmak ve finanse etmek, bu orduların savaşması için gereken kaynakları ABD’den satın almak, ve savaşın hedeflerini de emperyal gücün tanımlamalarına göre belirlemek zorundadır. (Ukrayna’daki savaş bunun deneyini, bu tür bir savaşın genel provasını oluşturur.)
“Neoliberalizm” ve faşizm ile kapitalizm arasındaki geçişli ilişki
2008’de başlayan ve açık savaşa doğru ilerleyen yeni stratejik döngü, büyük bir yenilik taşıyor. Devlet-sermaye makinesi artık muazzam bir şiddeti faşistlere devretmiyor; bunun yerine bu şiddeti bizzat kendisi örgütlüyor — belki de 20. yüzyılın ilk yarısında Nazizmin kazandığı o özerkliğin “yakıcılığını” hâlâ hissederek. Soykırım, hem kapitalizmin hem de demokrasinin doğasına ürkütücü bir ışık tutup bizi, belki de onları daha önce hiç görmediğimiz bir şekilde görmeye zorluyor.
Kapitalizm ve demokrasiler, hem birlikte hem de kendi başlarına, bir soykırımı dünyanın en normal, en doğal şeyiymiş gibi örgütlemektedir. Sayısız şirket (lojistik, silah, iletişim, kontrol vb.) Filistin’in işgaline ekonomik olarak katıldı ve şimdi hiçbir tereddüt göstermeksizin soykırımın ekonomisini işletiyorlar. Tıpkı 1930’lar ve 40’ların Alman şirketlerinde olduğu gibi, Filistinlilerin etnik temizliğinden devasa kârlar vaat ediliyor. Tel Aviv borsasının ana endeksi, soykırım boyunca yüzde 200 arttı; bu da başta Amerikan ve Avrupa sermayesi olmak üzere, İsrail’e sürekli sermaye akışını garanti altına aldı.
Soykırım ile birlikte liberal demokrasiler, bir zamanlar memnuniyetle bastırdıkları kendi soykütükleriyle yeniden yüzleşmiş oldular; üstelik bu yüzleşme, şimdi intikam alırcasına geri dönüyor. Amerika Birleşik Devletleri, temellerini Amerikan yerlilerinin soykırımı, ırkçılık ve kölelik kurumları üzerine inşa ederken, Avrupa demokrasileri de uzak kolonilerde olsa da hemen hemen aynı şeyi yaptılar. Sömürgecilik meselesi, ırkçılık ve kölelik sorunu, 18. yüzyılın sonundaki iki liberal devrimin tam kalbinde yer alır.
Kapitalizmi karakterize eden ve bugün özellikle Müslümanlara yönelmiş durumda olan yapısal ırkçılık, İsrailliler tarafından, tüm Batı medyası ve tüm Batılı siyasal sınıflar tarafından utanmazca serbest bırakıldı. Burada da yeni bir faşizme ihtiyaç duyulmadı; çünkü özellikle Avrupa devletleri bu ırkçılığı 1980’lerden beri zaten sistemli biçimde besliyordu (Amerika Birleşik Devletleri’nde ise bu zaten iktidar kullanımının yerleşik ve merkezi bir unsuru). Irkçılık, Amerika’nın fethinden bu yana demokrasi ve kapitalizmin içine derinlemesine kök salmıştır; zira bu sistemlerde eşitsizlik hüküm sürer ve bu eşitsizliği meşrulaştırmanın en temel yollarından biri ırkçılıktır.
Güncel faşizmler üzerine tartışma çok gecikmiş durumda, zira bu “yeni faşizmler”in hiçbiri böylesi bir şiddeti icra edecek ve bu ölçekte yıkım üretecek kapasiteye sahip değil. Çeşitli nedenlerle, tıpkı ataları gibi sosyalizme karşı büyük bir karşı-devrim yürütmekle görevlendirilmiş değiller. Asıl neden ise şudur: Bugün, Bolşeviklere benzeyen gerçek bir düşman yok. Güncel siyasal hareketler herhangi bir tehdit oluşturmuyor. Tamamen zararsız durumdalar.
Yeni faşizmler, tarihsel faşizmlere kıyasla marjinaldir; iktidara geldiklerinde ise kendilerini derhal sermaye ve devletin yanına yerleştirirler. Bunu da yalnızca otoriter/bastırıcı yasaları yoğunlaştırarak ve simgesel-kültürel alanları etkileyerek yaparlar. İtalyan faşistlerinin bugün yapmakta olduğu tam da budur.
Trump (ya da Milei), “faşist-kapitalist”in kusursuz imgesidir; çünkü kapitalist sınıfın belirli bir kesimini temsil eder ve tam da bu kesimin çıkarları doğrultusunda hareket eder. Trump’ın eylemlerinin tarihsel faşizmin folklorik yanlarıyla hiçbir ilgisi yoktur; olsa olsa çok sınırlı bir ölçüde vardır ve o da ancak jeopolitik düzeyde, Amerikan kapitalizminin çöküşünü engellemeye çalışırken, aynı zamanda Amerikan toplumunun her alanına bir faşist hale gelişi dayatmaya çalıştığı ölçüdedir.
Kapitalizmin artık, geçmişte olduğu gibi, iktidarı faşizmlere devretmeye ihtiyacı yoktur; çünkü demokrasi 1970’lerden beri içeriden boşaltılmıştır (bkz. Trilateral Komisyonu). Kapitalizm, tıpkı finans alanında kendi içinden, devletin de kendi idaresi ve ordusu içinden yaptığı gibi, savaşı, iç savaşı ve soykırımı doğrudan kendi kurumlarının içinden üretir. “Yeni faşizmler” ya da “post-faşizm” diye adlandırdığımız şeyler ise yalnızca tali roller oynayan aktörlerdir. Finansal, askerî, parasal ve devlet merkezli iktidar odaklarının aldığı kararları kabul etmekten başka seçenekleri yoktur.
Bu eşi benzeri görülmemiş durumu nasıl anlamalıyız? Bunun kökleri, Fordizm’den “neoliberalizm” olarak adlandırılan döneme geçişi örgütleyen önceki ilkel birikim evresine kadar uzanır. Nixon yönetimi tarafından, tıpkı bugün olduğu gibi, 1960’ların birikmiş krizlerinin faturasını dünyanın geri kalanına ödetmek üzere organize edilen stratejik döngü, Trump’ın hamlelerinden çok daha şiddetliydi: ABD dolarının altına dönüştürülebilirliğinin tek taraflı olarak kaldırılması[3]; %10’luk gümrük vergileri; Japon sermayesinin ABD’nin kullanımına açılması; Japonya’yı ve o dönem Çin’i yağmalayan Plaza “Uzlaşısı”, Amerikan kapitalizmini kurtarmak için Çin ekonomisinin feda edilmesi; küreselleşme açısından belirleyici olacak Çin ile siyasi ilişkilerin yeniden kurulması; dolar etrafında bir “süper-emperyalizm” inşa etme yönündeki siyasi karar — ve daha nicesi.
Bu stratejik döngünün en dramatik bölümlerinden bazıları, Latin Amerika’nın dört bir yanındaki iç savaşlardı; bu savaşlar, aynı anda hem küresel devrimin sonunu ilan etti hem de ilk “neoliberal” deneyleri başlattı. Bu açıdan, Paul Samuelson’ın “Nobel Ödülü” kazanan ve yükselmekte olan neoliberalizmi analiz eden çalışmasına yeniden dönmek ilginçtir, zira neredeyse hiç hatırlanmaz.
Foucault’nun Biyopolitikanın Doğuşu analizinin neoliberalizmi önceden sezmiş olmasını her zaman etkileyici bulduk; ancak aynı dönemde Paul Samuelson’ın yorumu, piyasaya, özgürlüklere, azınlıklara hoşgörüye, yönetimselliğe vb. duyulan hayranlığı ustaca ortadan kaldırarak neoliberal ekonomiyi bir “faşist kapitalizm” olarak tanımlamasıyla dikkat çekiyordu; çünkü neoliberal piyasa ile birlikte bu iki terim karşılıklı olarak birbirine dönüşebilir hale gelir.
Sonraki yıllarda unutulmuş olan bu kategori, belki de demokratik-kapitalist soykırımın soy kütüğünü anlamamıza yardımcı olabilir.
Sözünü ettiğim elbette faşist çözümdür. Eğer verimli pazar politik olarak istikrarsızsa, faşist sempatisi taşıyanlar şu sonuca varır: “Demokrasiyi ortadan kaldırın ve topluma piyasa rejimini dayatın. Sendikaların etkisizleştirilmesi ve can sıkıcı entelektüellerin hapse veya sürgüne gönderilmesi hiç önemli değil.”[4]
“Piyasa” (yani: sermaye; ki ikisi aynı şey değildir) 1970’lerden bu yana, savaş sonrası dönemin demokrasisini yavaş yavaş ortadan kaldırdı; o demokrasi, Nazizm’e karşı verilen küresel iç savaşlardan doğduğu için, kendi kavramına az çok benzeyen tek demokrasi biçimiydi. Bu siyasal enerji tükendiğinde, faşist-kapitalizm kendisini kurmaya başladı. Piyasanın mantığı, savaşın ve yıkıcı şiddetin alternatifi olmak şöyle dursun, onları içinde taşıdı, besledi ve nihayetinde bizzat kendisi uyguladı — hatta soykırıma kadar götürerek. Tekeller çağında piyasa — güya kendiliğinden işleyen o aracı form — gerçekte bütün aracılıkların sonu anlamına gelir; çünkü belirleyici aktör olarak zoru ortaya çıkarır: tekellerin zorunu, finansın zorunu, devletin zorunu vb. Piyasanın kurulması için yalnızca iç savaş gerekmez; aynı zamanda kapitalizmin işleyişi de zorun kullanımına devredilir. Bu anlamda piyasa, zaten faşist bir ekonomidir.
Samuelson, en sağlam inanç sistemlerinden birini ters yüz eder: Chicago Boys (Hayek, Friedman vb.) ekonomisi bir faşizm biçimidir ve genel olarak ekonomi için bir paradigma oluşturur. Neoliberal deney, tam anlamıyla bir “dayatılmış ekonomi” deneyidir; Trump yönetiminin gerçekleştirmeye çalıştığı ise tam olarak budur: bir “dayatılmış kapitalizm” (Samuelson’ın yerinde bir başka ifadesi), yani zor yoluyla dayatılan bir kapitalizm.
Ekonomi kitabımın 1980 tarihli on birinci baskısında, “kapitalist faşizm” gibi nahoş bir konuya ayrılmış yeni bir bölüm bulunuyor. Şöyle söyleyelim: Eğer Şili ve Chicago Boys var olmasaydı, onları bir paradigma olarak icat etmek zorunda kalacaktık. Bu sözlerimi aktarmak yerinde olacaktır — özellikle de bugün, demokrasinin işleyişinin pratikteki sonuçlarından hoşlanmayan muhafazakârların, mantıklarını faşist sonuca kadar götürmeye yanaşmadıkları ve bunun yerine vergi üzerindeki anayasal sınırlamaları “dayatılmış kapitalizm” biçimi olarak kullandıkları düşünüldüğünde. İşte faşist kapitalizmi tanımlamak için kullandığım sözler… [5]
Liberal anlatıyı sorgulamak yerine onu kabullendik — oysa yönetimselliğin neden tıpkı 20. yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi savaşa, faşizme ve soykırıma yol açtığını kendimize sormamız gerekiyordu. Gerekli sonuçları çıkaramadık; ve böylece, neoliberalizmin sözde özgürlüklerinden demokratik-kapitalist soykırıma, bir darbe olmaksızın, bir “Roma Yürüyüşü” olmaksızın, kitlesel bir karşı-devrim olmaksızın, adeta doğal bir evrimmiş gibi geçtik. Düzenin içinden tek bir kişi bile — hele ki siyasal ve medya elitleri — bundan rahatsız olmadı. Aksine, yıllardır savundukları insan hakları, uluslararası hukuk, diktatörlüğe karşı demokrasi vb. bütün ideolojik söylemleri tepeden tırnağa inkâr eden bir anlatı etrafında şaşırtıcı bir hızla hizaya geldiler. Bütün bunların en ufak bir aksama olmadan gerçekleşmesi için, soykırımın fiziksel ve medyatik dehşetinin sistemin yapısına zaten kazınmış olması gerekiyordu; ve dehşet ortaya çıktığında, sistem bunu bir sapma olarak değil, norm olarak karşıladı. Her şey, olması gereken sıradan bir şeymiş gibi aktı. “Liberal” kapitalizm, hiçbir faşist aracılığa ihtiyaç duymadan; faşistlerin 1920’lerde olduğu gibi “özerk” bir siyasal güç oluşturmalarına gerek olmaksızın, kendisini doğal olarak soykırımda bütünüyle ifade etti ve gerçekleştirdi.
Gözümüzün önünde duran şeyi göremedik; çünkü “demokratik” filtreleri fazlasıyla benimsedik — kapitalizmin yatıştırılmış bir imgesini, yani neoliberalizmin Latin Amerika’da inşa edilişini doğru okumamızı engelleyen bir kavrayışı. Şimdi Samuelson’ı yeniden okuyalım; üstelik 2008 sonrasında bile neoliberalizm hakkında konuşmaya devam eden eleştirel düşünürlerin bütün yorumlarını da akılda tutarak:
General ve amiraller iktidarı ele geçirir. Solcu seleflerini tasfiye eder, muhalifleri sürgüne yollar, muhalif entelektüelleri hapse atar, sendikaları ezer, basını ve tüm siyasal faaliyetleri denetim altına alırlar. Fakat bu piyasa faşizmi varyantında askerî liderler ekonomiye karışmaz. Ne plan yaparlar ne de rüşvet alırlar. Ekonomiyi bütünüyle “laissez faire piyasa”yı bir din gibi benimsemiş olan dinsel fanatiklere devrederler — ki bu fanatikler de rüşvet almaz. (Şili rejiminin muhalifleri, biraz da haksız biçimde, bu gruba “Chicago Oğlanları” adını takmıştı; çünkü birçoğu serbest piyasayı savunan Chicago Üniversitesi ekonomistlerinin etkisi altında yetişmişti.)
Sonra tarihin saati geri alınır. Piyasa “özgürleştirilir” ve para arzı sıkı biçimde kontrol edilir. Sosyal yardım transferlerinin olmadığı bir durumda işçiler ya çalışmak zorundadır ya da açlıktan ölmek. İşsiz kalanlar ise rekabetçi ücret oranının yükselmesini engelleyen bir baskı unsuru haline gelir. Böylece enflasyon, belki tamamen olmasa da, ciddi biçimde düşürülebilir.[6]
Gerçekte, “faşist” piyasanın işlevi hiçbir zaman ekonomik olmadı. Her şeyden önce, proletaryanın bireyselleşmesini ve herhangi bir kolektif ya da dayanışmacı eylemi bastırma işlevine sahipti ve ancak ikinci olarak disipline ediciydi. Piyasa, yağmanın sakince sürdürülebileceği içkin bir ideolojik kurgu oldu; bu yağma ise “dolar” ve “finans” tekeli ile Amerika Birleşik Devletleri’nin askerî şiddeti tarafından mümkün kılındı. Neoliberalizmin gerçek ekonomik-politik failleri, hiçbir zaman piyasa tarafından düzenlenmedi ya da yönetilmedi.
Samuelson’ın “faşist demokrasi” gibi bir oksimoronu ima eden kavramının yerindeliğini nerede doğrulayabiliriz? Gerçekliği kavramakta zorlanıyoruz; çünkü demokrasi ile kapitalizmi birleştiren muazzam şiddet, Batı’nın anayasalara kazınmış değerlerini son derece kolay bir biçimde örtüyor. Genç Marks bize şunu hatırlatır: liberal anayasaların kalbinde ne özgürlük vardır, ne eşitlik, ne de kardeşlik; orada yatan şey burjuva özel mülkiyetidir. Bu tartışılmaz bir hakikattir — özellikle de Fransız Devrimi tarafından “insanın en kutsal hakkı” olarak ilan edildiği düşünüldüğünde. Kapitalist Batı’nın tek gerçek değeri budur.
Mülkiyet, ezilenlerin durumunu tanımlamak için hiç kuşkusuz en doğru kavramdır. 1970’lerde Nixon tarafından uygulamaya konan ilkel birikim, siyasal olarak önce bir el koyma ve bölüşümü dayattı ve Marks’ın devrinde eşi görülmemiş bir mülkiyet bölünmesi kurdu: Bu yeni bölünme, artık birincil olarak üretim araçlarının sahibi kapitalistlerle, mülkiyetten yoksun işçiler arasında değildi; hisse senedi ve tahvil sahipleri ile bunların hiçbirine sahip olmayanlar arasındaydı. Bu “ekonomi”, Trump’ın gümrük tarifeleri gibi işler: toplumun “serflerinden” servet çekip alır; ancak tek fark, bu yağmanın finans ve borcun “otomatizmleri” üzerinden gerçekleşmesidir — ki bu otomatizmler sürekli ve siyasal olarak sürdürülür.
Toplum her zamankinden daha derin bir biçimde bölünmüş durumda: yukarıda, sermaye/pay senedi menkul kıymet sahipleri yoğunlaşmış; aşağıda ise, artık gerçek anlamda birer siyasal özne olmaktan çıkmış “dışlanmışlar”dan oluşan geniş bir çoğunluk yer alıyor. Nasıl ki eski
rejimin serfleri için ekonomik “işlev” siyasal tanınma anlamına gelmiyorduysa, bugün de öyle. Savaş sonrası yıllarda ekonomi ve demokrasi açısından siyasal bir aktör olarak tanınan işçi hareketinin entegrasyonu, bugün işçi sınıflarının siyasal karar alma süreçlerinden tamamen dışlanmasına dönüştü. Finansallaşma, “yukarıdakilere” secessio yapma — yani toplumdan fiilen kopma — imkânı verdi. Aşağı sınıflarla ilişkisini artık yalnızca sömürü ve tahakküm üzerinden kuruyorlar. Serfler yalnızca ekonomik olarak değil, siyasal kimlik açısından da mülksüzleştirilmiş durumda; öyle ki düşmanın kültürünü/kimliğini benimsemek zorunda kalmışlar: bireycilik, tüketim, televizyon ve reklâm etiği. Bugün bu kitleler, faşist bir kimliği ve savaş zamanı bir özneyi üstlenmeye itiliyor.
“Serfler” parçalanmış, dağılmış, bireyselleştirilmiş, bin bir biçimde bölünmüş durumdalar (cinsiyet, ırk, gelir, servet üzerinden) — fakat hepsi, farklı derecelerde de olsa, devlet-sermaye makinesi tarafından kurulan segregasyona dayalı toplumun içinde yer alıyor. Mevcut güç ilişkileri o kadar elverişli ki, bu makine artık hiçbir meşruiyete ihtiyaç duymuyor. Soykırım, yeniden silahlanma, savaş ve ekonomik politikalar hakkında kararlar alınıyor, üstelik hiçbir yönetenin, yönettiklerine hesap vermek zorunda kalmayacağı bir tarzda. Rıza artık gerekli değil; çünkü proletarya, kendi varlığını hesaba katılacak bir güç olarak ileri sürebilecek kadar bile güçlü değil.
Walter Benjamin bizi uyarmıştı: “Yaşadıklarımızın yirminci yüzyılda hâlâ mümkün olmasına duyulan hayret, felsefi değildir. Bu hayret, bilgeliğin başlangıcı değildir — ta ki, ona yol açan tarih görüşünün artık sürdürülemez olduğunu anlamaya yöneltmediği sürece.” [7]
Ek olarak sürdürülemez olan, Batı Marksizminin ekonomist yorumlarında bile hâlâ korunan belirli bir kapitalizm anlayışıdır. Lenin, emperyalist kapitalizmi reaksiyoner olarak tanımlamıştı; oysa rekabetçi kapitalizmde Marx hâlâ kimi “ilerici” yanlar görüyordu. Finansallaşma ve borç ekonomisi ise kapitalizm, demokrasi ve faşizmi birbirine kaynaştıran bir canavar yarattı — ve bu durum egemen sınıflar için hiçbir sorun teşkil etmedi. Bizim yapmamız gereken, düşmanın stratejik döngüsünün doğasını incelemek ve kendimiz için tek bir hedef ilan etmektir: bunu, devrimci bir stratejik döngüye dönüştürmek.
Kaynak: İllwill
[1] Gümrük tarifeleri %15 ile %50 arasında belirlenmiş durumda ve bu oranların düşürülmesi, piyasalarda alıcı bulmakta zorlanan Amerikan menkul kıymetlerinin satın alınması ile milyarlarca doların serbestçe ABD’ye transfer edilmesi koşullarına bağlanmış; yani tarifeler hem bütçe açıklarını kapatmak için ekonomik bir araç, hem de Hindistan’ın Rusya ile ticareti veya Brezilya’nın Bolsonaro’yu kovuşturması gibi siyasal davranışları cezalandırmak için bir baskı mekanizması olarak işliyor. Avrupa, piyasa fiyatının dört katına ABD’den enerji satın almayı kabul etmiş durumda ve Japonya, Avrupa, Güney Kore ile BAE, ABD’nin yeniden sanayileşmesini finanse etmek üzere astronomik yatırımlar yapmayı taahhüt etmiş olup, örneğin Avrupa’nın 600 milyar dolarlık katkısı Trump tarafından “hediye” olarak adlandırılıyor; bu yatırımlar tamamen ABD’nin takdirine göre yönlendirilecek ve tarifeleri yeniden artırma tehdidi disiplin aracı olarak elde tutulacak. Öte yandan GENIUS Yasası, bankaların stablecoin’leri rezerv varlık olarak tutmasına izin verirken, bu stablecoin’lerin dolara endeksli olması ve ABD kamu borcunu satın almak için kullanılması şart koşularak dijital para alanı da ABD borçlanma rejimine bağlanmış durumda.
[2] R. Bellour and P. Clastres, “Entretien avec Pierre Clastres,” in R. Bellour, Le livre des autres. Entretiens avec M. Foucault, C. Lévi-Strauss, R. Barthes, P. Francastel, Union générale d’éditions, 1978, ss. 425–442.
[3] [Amerika Birleşik Devletleri ilk olarak Nisan 1933’te bir yürütme emriyle altın standardını terk etmiş olsa da, yabancı hükümetlerin dolarları altınla değiştirme yetkisine son veren karar ancak Ağustos 1971’de Nixon tarafından alınmıştır. —çev.]
[4] Paul A. Samuelson, “The World Economy at Century’s End,” Human Resources, Employment and Development. Vol. 1, The Issues: Proceedings of the Sixth World Congress of the International Economic Association held in Mexico City, 1980, ed. Shigeto Tsuru, Palgrave International Economic Association Series, 1, 1983, s. 75.
[5] Samuelson, “The World Economy”, 75
[6] Samuelson, “The World Economy”, 75
[7] Walter Benjamin, “On the Concept of History,” trans. Harry Zohn, Selected Writings Vol. IV, 1938–1940, Harvard University Press, 2006, s. 392.
