19 Aralık Katliamı ve Direnişi | Bir Katliamın Siyasal Mantığı – Komün

19 Aralık katliamı, Türkiye burjuva devletinin cezaevi rejimi üzerinden yürüttüğü en kapsamlı siyasal imha operasyonlarından biridir. Aynı anda 20 cezaevinde gerçekleştirilen saldırılar, ölüm orucundakileri kurtarma ve infaz sisteminde reform gibi söylemlerle perdelemeye çalışılan; özünde yalnızca devrimci tutsakları teslim almayı değil, sınıfsal ve toplumsal güç dengelerini yeniden düzenlemeyi hedefleyen planlı bir devlet şiddetidir. Bu yönüyle 19 Aralık, rastlantısal bir güvenlik operasyonu değil, bilinçli siyasal hamleye ilişkin kanlı bir tercihin ürünüdür.

F Tipi Cezaevleri ile dayatılan tecrit, kapitalist sistemin siyasi tutsaklara yönelik özel bir yönetme tekniğidir. Hücre tipi cezaevleri, basit bir mimari düzenleme ya da güvenlik önlemi değildir. Kolektif düşünceyi, örgütlü kimliği ve devrimci sürekliliği parçalamayı hedefleyen bu rejim, sermaye egemenliğinin hapishanelerdeki en çıplak ifadesidir. Bu nedenle, siyasi tutsakların bu rejime karşı başlattığı direniş, yaşam hakkı sınırlarını aşan; doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin cezaevi cephesinde yürütülen bir biçimi olmuştur.

Egemenler bu direnişe müzakereyle değil, tarihsel sınıf refleksiyle yanıt verdi; ezerek. Savaş açtıkları tutsaklara karşı özel eğitimli askeri birlikler sevk edildi; gerçek mermiler, kimyasal gazlar, patlayıcılar ve ağır iş makineleri kullanıldı. Günlerce süren operasyonlarda otuz tutsak yaşamını yitirdi, yüzlercesi ağır biçimde yaralandı. Operasyonlardaki vahşetin en ağır boyutlarda yaşandığı Bayrampaşa Cezaevi’nde altı kadın diri diri yakıldı. Kadın bedeninin yakılarak yok edilmesi, devlet şiddetinin yalnızca sınıfsal değil, aynı zamanda patriyarkal karakterini de bütün çıplaklığıyla açığa vurdu.

Bu nedenle 19 Aralık bir “operasyon” değil, açık bir katliamdı. Katliama “Hayata Dönüş” adının verilmesi, burjuva devlet aklının cinayetle kurduğu soğukkanlı ilişkiyi ifşa eder. İktidar, öldürmeyi meşrulaştırmakla yetinmemiş; ölümü kendi ideolojik diliyle kutsamaya yönelmiştir.

Katliam, 19 Aralık günüyle sınırlı kalmadı. 2007 yılına kadar süren ölüm oruçlarıyla saldırı zamana yayıldı. Bu süreçte yüz yirmi iki devrimci yaşamını yitirdi; yüzlercesi Wernicke–Korsakoff sendromu nedeniyle kalıcı sakatlıklarla hayata tutunmak zorunda bırakıldı. Tecrit böylece yalnızca anlık bir baskı değil, süreklilik arz eden sistematik bir yok etme politikası olarak işletildi.

Bugün cezaevlerinde yaşananlar, 19 Aralık direnişinin tarihsel haklılığını tartışmasız biçimde ortaya koymaktadır. Hücre tipi cezaevleri, insanı insandan koparmayı esas alan bir izolasyon rejimi üzerine kuruludur. Tutsaklar bir ya da üç kişilik hücrelerde tutulmakta; kolektif yaşam sistematik biçimde engellenmektedir. Bu durum, bir infaz uygulaması değil, doğrudan doğruya tecrite dayalı baskı ve işkence sistemidir.

Hapishanelerde kalan tutsaklar havalandırma duvarlarından atılan notlarla, logar borularından kurulan iletişimlerle, duvarlara bağırarak örülen ilişki biçimleriyle bu tecridi fiilen delmeye çalışmaktadır. Ancak bu yaratıcı direniş pratikleri, sistemin özündeki siyasal imha mantığını ortadan kaldırmaz. Devletin hedefi açıktır: politik özneyi yalnızlaştırmak, zamana yayarak iradesini kırmak ve sonuçta teslim almak.

Şiddete dayalı infaz uygulamasında ağırlaştırılmış müebbet rejimi, bu politikanın en uç biçimini oluşturmaktadır. Günde bir saat havalandırma, idarenin keyfine bağlı bir lütuf olarak sunulmakta, haberleşme ve görüş hakkı olabildiğince sınırlandırılmaktadır. Son dönemlerde gündeme gelen Yüksek Güvenlikli Cezaevleri ile S ve Y tipi kuyu cezaevleri ise tecridi daha da derinleştiren; ışığı, zamanı ve bedeni bütünüyle denetim altına alan yapılar olarak inşa edilmiştir. Denetim mekanizmaları ve kamera gözetimi altında sürdürülen bu yaşam, modern hapishane modelinin faşizan karakterini açıkça gözler önüne sermektedir.

19 Aralık katliamının üzerinden 25 yıl geçti. Göstermelik olarak açılan davalarda ise katliamın siyasi ve askeri sorumluları hiçbir zaman yargılanmadı. Devletin kamusal gücünü kullanarak suç işleyen failler sistemli biçimde korunup kollandı, dosyalar zamanaşımına terk edildi. Bu tablo, katliamcı devlet geleneğinin olduğu ülkemizde cezasızlığın bir istisna değil, kurucu bir devlet politikası olduğunu göstermektedir. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in “Zayiat beklediğimizden az oldu” sözleri, yüzlerce ölümü hesaplayan bir iktidar aklının açık itirafı olarak tarihe geçmiştir.

Bu siyasal mantık bugün de yaşamaktadır. Hendek sürecinde özyönetim ilan edilen kentlerin yerle bir edilmesi, sivillerin katledilmesi; Rojava’da IŞİD’e karşı direnen güçlere yönelik saldırılar; muhalif kesimlere yönelik süreklilik halini alan gözaltı ve tutuklamalar, aynı devlet aklının farklı momentleridir. Hukuk, burjuva iktidarın elinde çıplak bir bastırma aracına indirgenmiş; cezaevleri muhalefetin tasfiye mekânlarına dönüştürülmüştür.

19 Aralık’a dair göz ardı edilemeyecek bir diğer tarihsel gerçek ise katliam öncesinde yürütülen tecride karşı mücadelenin yarattığı toplumsal basınçtır. Cezaevi direnişi, cumhuriyet tarihinin en geniş hak ve özgürlük kampanyalarından birini tetiklemiş; devlet geri adım atmak zorunda kalmıştır. Bu deneyim, devrimci iradenin ancak toplumsallaştığında ve sınıf mücadelesinin genel seyriyle birleştiğinde etkili olabildiğini göstermiştir.

Buna karşın, devrimci öznenin kendi gücünü mutlaklaştıran; toplumsal dengeleri ve devlet kapasitesini yeterince hesaba katmayan siyasal dar görüşlülüğü, 19 Aralık’ta ağır sonuçlar doğurmuştur. Devrimci yapıların o süreçteki politik tutumu ve geliştirilen taktiksel hatalardan yeterince ders çıkarılmadığı için benzer hatalar sonraki süreçlerde de tekrarlanmıştır. Devrimci politika, fedakârlığı yücelten bir irade fetişizmiyle değil, sınıf mücadelesinin somut güç ilişkileri üzerinden kurulmak zorundadır.

19 Aralık katliamının amacı yalnızca devrimci tutsakları teslim almak değildi. Aynı zamanda neoliberal politikaların ve IMF programlarının toplumsal direnişle karşılaşmadan uygulanabilmesinin önünü açmayı hedefleyen stratejik bir müdahaleydi. Cezaevlerinde devrimci iradenin kırılması, dışarıda sınıfsal ve toplumsal muhalefetin zayıflatılmasının tamamlayıcı halkası olarak tasarlanmıştı.

Bu yönüyle 19 Aralık, hem büyük bir katliamın hem de büyük bir direnişin adıdır.

19 Aralık kapanmış bir tarih değildir. Sermaye devletinin kriz anlarında hangi siyasal mantıkla hareket ettiğinin ve edeceğinin canlı kanıtıdır. Devrimci iradenin, örgütlü ve toplumsallaşmış bir hatta oturmadığında nasıl kuşatılabileceğinin sert dersidir. Ve aynı zamanda teslim alınamayan bir insanlık onurunun tarihsel kaydıdır.

– KOMÜN